ZAPPİNG, SURFING ve YENİ NESİL İKON’LAR…
Selim Dündar
1950’lerde askerlik 30 ay sürüyormuş. 1963’te ise askerlik süresi 24 aya düşmüş. Bugün pek de birşey ifade etmemeye başlayan gurbet düşünün o tarihlerde ne derin anlamlar barındırıyordu. Gurbete gerçekten çıkılan bir dönemdi. O tarihlerde birinden bir mektup alabilmek, o kişinin elinin değdiği bir kağıt parçası, insanın tüm hayatını değiştirecek mutluluklar içerebiliyordu. Eskiden insanlar birbirlerinden uzaklaştıkça iletişim kurmaları güç hatta imkansız olurdu. Ayrıca bir insanın tek başına yapacağı birşey de yoktu. O tarihlerde sürekli yalnız kalan, bunu tercih eden biri için de pek hoş gözle bakılmazdı heralde. Nezaket ile bu insanların “az biraz tatlı” olduğu söylenirdi. Zamanla hem insanların uzaktan iletişim kuracakları hem de yalnızken de vakit geçirebilecekleri imkanlar gelişti. Telefonlar ve televizyonlar gibi. Uzaktan iletişim olanakları artıkça insanlar birbirinden uzaklaştı. Yalnız başına vakit geçirme olanakları artıkça yalnızlık tercih edilir, insana kendi ailesi dahi yük olur hale geldi.
Türkiye’de TRT ilk yayınlarına 1965’li yıllarda başladı. İlk canlı maç yayını, 3 Ekim 1971 tarihinde yayınlanan Karşıyaka-İstanbulspor maçı oldu. O tarihlerde yayın süresi haftada üç gün belirli saatler arasında idi. Sonra haftada beş güne çıkarıldı. Televizyonun halka yayılması 1970’li yılların ikinci yarısında başladı. Kayseri’ye ilk televizyon verici istasyonu 1974 yılı sonunda kurulmuştur. Televizyon 1980’lerden sonra ise iyice yaygınlaştı ve yavaş yavaş renkli televizyonlar evlere girmeye başladı. 1980’lerin sonunda insanlar ‘uzaktan kumanda’ ile tanıştı. Ancak henüz birden fazla kanal dönemi olmadığından ‘zapping’ hayatlarımıza girmemişti. Uzaktan kumanda ile televizyonu kapatır, açar veya sesi ile oynanırdı. TRT, TRT-2 kanalını 1986, TRT-3 kanalını 1989 yılında başlattı. 1990’lardan itibaren renkli televizyonsuz ve uzaktan kumandasız ev kalmamayı başladı. Birden fazla kanalın hayatımıza girmesi ile birlikte de uzaktan kumandalar da işlev değiştirmiş ve artık insanın keyif yaptığı aygıtlara dönüşmüştür.
Sonra 1990’lı yılların sonlarında internet hayatımıza girdi. 2000’li yıllardan itibaren de tüm toplumda hızla yayılmaya başladı. Öyle ki 2000 yılında yalnızca 4 milyon olan internet kullanıcı sayımız, 2007 yılında 20 milyon, 2010 yılında 40 milyonu aştı, günümüzde ise nüfusun 55 milyonu internet kullanıcısı durumunda. Bu yeni iletişim ortamında insanlar birbirlerinden iyice uzaklaştı ve daha çok yalnız kalmaya ve kendi evlerinde (hücrelerinde) vakit geçirmeye başladılar. Artık insanlar televizyon kumandaları ile kanal değiştirme (zapping) den, internet üzerinde o web sitesinden öbürüne akmaya (surfing) geçmişlerdi. Hem zapping hem surfing ise insanın haz kaybını hissettiği anda çok kısa sürelerle kanallar veya internet siteleri arasında dolaşmasını ifade eder. Bu kadar sürekli kanal değiştirme, öyle ki 2 saat tv karşısında oturup da doğru dürüst bir kanal izlemeden geçirenlerin sayısı az değildir, bu durum aynı zamanda bir dikkat eksiği ve hiperaktivite bozukluğu, yani nörolojik temelli bir zihinsel bozukluğa (mental disorder) işaret ediyor.
Ünlü İngiliz filozof Jeremy Bentham’a (1748-1832) göre bir şeyin ahlaki olup olmadığını belirleyen ölçüt insana haz verip vermediğiydi. Eğer bir davranış insana mutluluk ve haz veriyorsa, o davranış iyi idi. Tıpkı günümüz gençliğinin anlayışına benzemiyor mu? O dönemler imparatorluklar otoritelerini devam ettirmekte zorlanıyorlardı. Samuel Bentham ve Jeremy Bentham birlikte ‘pan-opticon (panaptokion)’ adını verdikleri bir çalışma yaptılar. Bu yeni çalışmaya göre yuvarlık bir yapı ve ortasında hücreler yer alıyordu. Bu hücreler boş bir meydana bakıyordu. Meydanın ortasında ise hücredekilerin onları göremeyeceği ama “gözetleyicinin” her yeri göreceği yüksek bir gözetleyici kulesi bulunuyordu. Birbirinden bağımsız olarak düzenlenmiş hücrelerdeki insanlar birbirleriyle iletişim kuramaz ancak sürekli de gözetlenebilecek durumda yer alırlar. Aslında amaç gözetleyici olması dahi hücrelerdeki yalnız insanların kendilerinin sürekli gözetlendiği hissini taşımalarıdır. 1984 yılında ölen ünlü Fransız filozof Michel Foucault da 20. yüzyılın kapitalist toplum sisteminde, tek bir kral iktidarı yerine, bilinmeyen stratejilerle toplumu yöneten ‘görünmez iktidar’ların bulunduğundan bahsetmiştir. Foucault bunu ‘Gözün İktidarı’ olarak nitelendirmiştir. İktidarlar artık o her yeri gözetleyen panoptikon sistemindeki dev kuleden ibaretti.
Günümüzde bireyselleşen, yalnızlaşan, bencilleşen, her şeyden sıkılan insanlar da tıpkı panoptikon sisteminde hücrelerinde yaşayan insanlar gibi değil mi? Ahlak anlayışı da erozyona uğradı. Tahammül, sebat, birlikte vakit geçirme, hasbihal gibi kelimeler anlamını yitirdi. İnsanların birlikteyken dahi telefon ekranlarından gözünü ayırmadığı, insanları/hayatı da zaplanacak/surf edilecek bir aygıt gibi algılayan bir anlayışa gelindi.
Eskilerin bir sözü vardır, meyvesiz ağaç dik durur, meyvesi olan ağaç ise yavaş yavaş dallarını aşağıya sarkıtır. İnsan da tıpkı bunun gibidir. Boş insan kibirlidir, kendini birşey sanır, olgun ve dolu insan ise mütevazidir. Oysa yeni neslin ikonlarına (temsili resim/imaj/kişi) bir baktığımız zaman bunun tam tersi bir süreç görüyoruz, önce mütevazi, sonra zamanla kibirleşen bir görüntü…
Arda Turan’ın 2015 yılında Atletico Madrid takımından Barcelona’ya 35 milyon Euro’ya transferi sonrasında yaşadığı değişime bakar mısınız? 27 yaşında bir gencin yaptığı meslekte gelinebilecek en iyi yere gelmesi ve sonrası…Arda Turan, bu ülke kültürünün yetiştirdiği bir genç idi. Bulunduğu yeri kaldıramadı. Orada kalmak için daha çok mücadele etmesi ve kendini işine vermesi gerekirken, sürekli ahkâm kesen, ona buna büyük laflar eden, milli takımın en kritik zamanında milli takımın karışmasına sebep olan ve milli takımın Avrupa Şampiyonası’nda başarısız olmasına yol açan, babası yaşındaki gazeteciye saldıran, Federasyon Başkanına, teknik direktörüne küfür eden, maçta hakemin üstüne yürüyen ve son olarak da silahla olaya karışan birine dönüştü. Hem de çok kısa bir sürede. Gelinen noktada kim kaybetti? Herhalde o ben paramı kazanıyorum, güçlüyüm diye düşünüyor ki son olayda dahi “bana birşey olmaz” diyormuş. Biraz da bizi yöneten insanların Rıdvan Dilmen gibi, Arda Turan gibi insanları kendine yakın göstermesi, onları güçlü kılmadı mı? Biraz özeleştiri yapılmalı ve milletin hassasiyetlerine, bakış açısına yakın olunmaya çaba gösterilmelidir. Milletin kınayabileceği kişiler ile yönetenler ortak resim vermemeye gayret göstermelidir.
Eskinin sporcuları aynı zamanda topluma da örnek olmaya çalışırlarmış. Spor sadece fiziki değil ahlaki bir düzeyi de ifade eder. Adamlık dersi verenler, önce “sporcu” olmayı başarabilsinler….Başarabilsinler ki, Zeki Rıza Sporel’in “zeki, çevik ve ahlaklı” sporcu tanımına girebilsinler….
İnsanlar da artık durulmalı, kendine bir bakmalı ve hücresinden dışarı çıkmalı, temiz havayı teneffüs etmeli, hasbihalin tadına varmalı, zapping ve surfing ile ulaşmaya çalıştıkları hazzın hiçbir zaman ulaşılamayacak bir şey olduğunu anlamalı. Hazdan huzura giden yolu keşfetmeli. Oysa Allah şöyle buyuruyor:
“Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendine zulmetmiş olur.” (Talak, 1)
“Bunların her birini kendi günahları yüzünden yakaladık. Onlardan taş yağmuruna tuttuklarımız var. Onlardan o korkunç sesin yakaladığı kimseler var. Onlardan yerin dibine geçirdiklerimiz var. Onlardan suda boğduklarımız var. Allah, onlara zulmediyor değildi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.” (Ankebut, 40)
Facebook Yorumları